Düşünen İspanyol

juanma lillo guardiola ile ilgili görsel sonucu

Pep Guardiola’nın akıl hocası Juanma Lillo ile kulüpler, antrenörlük ve toplumun neden hastalıklı bir hale geldiği üzerine konuştuk. 

O, La Liga’da antrenörlük yapan en genç hoca ve 4-2-3-1’in mucidi olarak anılıyor. Sürekli futbol üzerine düşünen bir antrenör olarak bilinen Juanma Lillo, düşünme ve uygulamanın farklı şeyler olduğunu savunan eleştirmenler tarafından bile böyle görülüyor. Lillo kişisel ilişkilerinde istikrar sağlayamayan, muhabir fırçalamak için anlamsız klişelere başvuran bir menajer. Diyalektik tartışmaları seviyor, kütüphanesindeki 10.000 ciltlik kitapları ve dünyanın önde gelen futbol dergileri ile gazetelerini tüm sayılarını biriktirmiş olmakla övünüyor. Kaos teorileri hakkında uzun uzadıya konuşmayı seviyor, yayılmacı futbol anlayışını oldukça kararlı biçimde savunuyor ve pozisyon oyunu her şeyin önüne koyuyor, özellikle de içgüdüsel-doğaçlama oyunun. Onunki, çok uzun yıllar sonra Barcelona ve İspanya futbolunda vücut bulan bir oyun stili.

Lillo profesyonel futbolcu olamamasının pişmanlığını halen yaşıyor. “Sahada geçecek bir 15dakika için her şeyimi verirdim”. Ancak farklı bir yerde, yedek kulübesinde, tüm İspanya’nın aşina olduğu bir suret haline geldi. En azından bir süreliğine. 2009-2010 sezonunda Almeria’da göreve başladığında, 10 yıl sonra yeniden La Liga’ya dönüyordu. Bu süre zarfında ise Meksika’daydı. Ki orda Guardiola’nın antrenörlüğünü de yaptı.

Aslında antrenör demek az kalır. Guardiola, Lillo’dan Johan Cruyff ile birlikte kendisi üzerinde en büyük etkiye sahip antrenör olarak söz ediyor ve hiçbir zaman ona karşı hayranlığını ve takdirini gizlemedi. Lillo da Guardiola’nın çalıştırdığı Barcelona hakkında konuşurken ‘biz’ demekten kendini alamıyor.  Guardiola’ya rehberlik etmesinin yanında onun Barcelona B antrenörlüğü yaptığı ilk aylar ve sonrasında A Takım antrenörlüğü süresince antrenman programlarını hazırlamasına da yardım etti. Gayrıresmi olarak. Aslında çok daha öncesinde bunun resmileşmesi ihtimali de doğmuştu: Lluis Bassat 2003’teki başkanlık seçimlerinde yarışırken sportif direktörünün Guardiola olacağını açıklamıştı. Teknik direktör? Juanma Lillo. Fakat Bassat seçimi kaybetti. Guardiola da Barcelona’nın başına geçmek için 6 yıl daha bekleyecekti. Guardiola’nın Barcelona projesinin her bir köşesinde Lillo’nun parmak izleri görülse de resmiyette Lillo’nun kulüpte hiçbir rolü yoktu. Ancak kader acımasız olabiliyor; 2009-2010 sezonunda Lillo, 8-0’lık bir hezimet sonrası, Almeria’daki görevinden alındı. 8 golü atan, Pep’in Barcelona’sıydı.

Daha önce konuştuğumuzda başkanların antrenörleri neden kovduğunu anladığınızı söylemiştiniz. En başta neden işe aldıklarını anlamıyorum demiştiniz. Bu meseleyi çözebildiniz mi? Bir antrenör ne içindir? Rolü nedir?

Öncelikle rolünüzün resmi tanımının ne olduğu ile ilgili bir soru var. En temel seviyede ele alırsak, kimin oynayıp kimin oynamayacağına siz karar verirsiniz. Yoksa, kim yapacak bunu? Ama bunun ötesinde ben bir rol çizmeye çalışmam kendime, özellikle de sınırlı önemimiz düşünüldüğünde. Futbol bir oyun ve futbolcular tarafından icra ediliyor. Kendi öneminin altını ısrarla çizmek isteyen antrenörler, oyuncular üzerinden kişisel çıkar ya da bir statü elde etmeye çalışıyorlar. Bizim rolümüz, birçok antrenörün inanmak istediğinden ya da bazılarının düşündüğünden daha az. Bu kısıtlamalar dahilinde ana hatlarıyla çizilebilecek şeyler olduğu söylenir. Öncelikle profesyonel çerçeve ile eğitici çerçeve arasındaki fark hakkında konuşmalısın. Kendine bir antrenörün ne anlama geldiğini sormalısın. Bazıları daha didaktiktir, bazılarının içinde kahraman olma arzusu yatar; kimisi ortodokstur, kimi değil. Bazı antrenörleri rekabet (hissi) harekete geçirir, bazılarını oyunun bizatihi kendisi.

Peki sizin durumunuzda?

Ben çok gençken başladım, bunu unutmayın. Daha 16 yaşımda antrenör olmuştum bile. Futbolcu değildim ve bu yüzden suç ortaklığı yapmak için oyuncularıma daha yakın olmak zorundaydım. Bu da bakış açınızı değiştiriyor. Futbolcu olmak isterdim, doğru. Futbolcu olacağım diye yola çıktım ama elimden antrenör olmak geldi: kendini geliştiren bir antrenör. Tüm hocalar bir şeylerin birleşimidir tabii ama ben kendimi bir öğretici olarak görüyorum. Futbolcularımın kim oldukları ve ne yaptıklarına dair bir farkındalık kazanmaları için onlara yardımcı olmaya çalışıyorum. Bu sadece futbolla ilgili değil, bu insanlarla alakalı. Her şeyle alakalı. Hiçbir şey bağlamından koparılamaz. Nasıl yaşadığın, kim olduğun; ilişkilerine, davranışlarına, etkileşimlerine ne kadar önem verdiğin… bunların hepsi bir takımın nasıl oynayacağını etkiler. Toplumumuz öğretmenlerle dolu ama eğitimci çok az, insanların işini kolaylaştırmaya çalışan çok az insan var. Fransisco Umbral’in söylediği gibi, insanlar gün geçtikçe daha iyi nitelikleri haiz oluyorlar ama daha az eğitimliler. Yüksek lisansları, masterları ve saireleri var ama hala diğerlerinin bakış açısından bakıp görebilecek empati yeteneğinden yoksunlar. Hala yolun bu tarafına geçemediler. Okullar bizi makineleştirmeye çalışıyor. Benim işime gelirsek, empati ölümcül derecede önemlidir. Bir insan güzel bir atmosfere sahip çalışma ortamında çok daha yüksek performans verir. Oyuncuların göremeyebilecekleri şeylerin farkına varmalarını sağlamalıyız. Kısmen, çünkü bugünlerde bir takımda oynamak gittikçe zorlaşıyor.

Neden?

Çünkü toplum, benim bahsettiğim gibi işlemez. Sizi bireyselliğe yönlendirir. Futbol ise kolektif bir spor; böyle yaklaşmak lazım. Herkesin kendi varoluş şekli vardır; ilişkilerinizi, birlikteliklerinizi buna göre kurup korursunuz. Bunu yapabilmek için de şundan emin olmanız lazım: yaptıklarınızla söyledikleriniz arasında küçücük bile olsa fark var mı? Alışverişe açık olmanız lazım: insanları dinleyebilir misiniz? Onları yönetebilir misiniz? Üç tip otorite vardır: resmi, teknik ve şahsi otorite. Ben resmi bir otorite kurmak istemem; resmi otorite, başkasının gücünden alır kaynağını. Antrenörün ya da patronun pozisyonundan. Oysa otorite dayatılacak bir şey değildir; otoriye, birarada etkileşim halinde olduğunuz insanlar tarafından size tanınır. Ben oyuncularımı, kendilerini keşfetmeleri için yüreklendirmeye çalışırım. Diyalog kurmaları ve anlamaları için. Bu karmaşık ve değişken bir şeydir. İnsanlara emirler yağdırmaktansa onları ortamın ortama alışmalarını sağlarsınız. Dengelersiniz, uyum sağlarsınız, dinlersiniz. İnsan nesli açık uçludur, neticeye varmamıştır; bir tartışmayı nihayete erdirecek kati bir cevabı yoktur. Karmaşık ve değişkendir demiştim; bu sadece bir oyuncuda işe yarayan bir yöntemin diğerine işlememesi demek değil. Bir oyuncuda iyi sonuç vermiş bir metod aynı oyuncuda farklı zaman ve koşullar altında işe yaramayabilir de.

Peki pratik anlamda, işiniz neyi gerektiri? Bir kulüpteki ilk gününüzde ne yaparsınız?

İlk yapacağım şey her bir oyuncuyla birebir görüşmeler gerçekleştirmektir. Onlar hakkında bir sürü veri ve bilgi toplamışımdır. Bunları teyit etmek, doğrulamak ve bunlarla oyunculara meydan okumak isterim. Kendisi hakkında bunları duyduğunda bakalım ne düşünüyor? Bundan daha açık ve dürüst olamazsınız. Oyuncuya onun hakkında kulağınıza neler geldiğini söylüyorsunuz. Bu bilgileri kendime saklayıp önyargılar da oluşturabilirdim, ama hayır. Bir oyuncuya samimiyetinizi göstermek adına ona hakkındaki önyargılarınızdan, onu tanımadan önceki düşüncelerinizden bahsetmek yapılacak en doğru şey. Hepimizin önyargıları vardır – hem iyi hem kötü. Ben onların gözünün içine bakarak benimkileri onlara söylerim. Ertesi gün, bu kez tüm gruba anlatırım. Onlara kendileri ve takım hakkında ne düşündüklerini gösteririm, bir ayna tutarım aslında. İnsanlar hakkında bir şeyler öğrenmek istediğinizde bunun en iyi yolu onların kendilerini nasıl algıladıklarına bakmaktır… Bu oyuncuları tanıyan insanlarla konuşurum; onlarla aynı soyunma odasını paylaşan, onlara antrenörlük yapmış insanlarla. Hatta aileleriyle konuşabilirsem çok daha iyi. Sonrasında da bu bilgileri nasıl kullanacağını bilmen lazım.

Futbol penceresinden bakarsak takımlarınızı nasıl kurarsınız? Şu basitçe ortada, antrenör bir kulübe gelir ve düşünür: benim sağ bekim kim, sol bekim kim, merkez orta saham kimdir ve saire?

Benim için, tam olarak öyle değil. Bir takım devraldığınızda o takımın yüzde 80’i ya da daha fazlası zaten inşa edilmiştir; ordaki kurulu düzenle çok çatışıp çatışmayacağını görmen gerekiyor… oraya gitmeli ve oyunculardan öğrenmelisin, öteki türlüsü doğru olmaz. Her şey, aralarında, birlikte işlemeli. Benim anlayışımda etkileşim ve ilişki önemlidir. Siz bana sağ beki bir değerlendirelim derseniz size, “Tamam ama onunla beraber kim var derim. Önünde kim oynuyor, ona en yakın kim?”

Daha önce savunma ve defans diye bir şey yoktur demiştiniz?

Tabii ki. Topa sahip değilsen hücum ve defanstan nasıl bahsedeceksin? Nasıl biri olmadan diğeri varolabilir? Şunu anlıyorum, yani evet konseptlerde bir azalma var; bir sadeleşme var. İnsanların iletişim kurmaya ihtiyacı var. Bu tamam, asıl mesele; yok etmeden azaltmayı başarabilmek. Ve bu her şey için geçerli. Bir şeyleri bağlamından koparıp değerlendiremezsiniz çünkü o zaman artık aynı şey olmazlar. Siz onları önce parçalarına ayırıp çözdükten sonra tekrar biraraya getirmeyi planlarsınız, ama olmaz. Rafa Nadal’ın bir kolunu kesip ona ayrıca antrenman yaptıramazsınız. Eğer yaparsanız, onu tekrar yerine koyduğunuzda dengesizlik yaratabilir, organizma kolu dışlayabilir.  Futbol haricinde futbol için nasıl güç kazanabilirsiniz? Şurdan şuraya koşarsanız antrene ettiğiniz şurdan şuraya koşmak olur, futbol oynamak değil. Koşarsanız daha sağlıklı olursunuz, çünkü koşmak sağlıklıdır. Ama bu daha iyi bir futbolcu olacağınız anlamına gelmez. Bir şeyleri böyle bağlamlarından kopararak değerlendiremezsiniz.

Koşmak fayda sağlamaz mı?

Seni daha sağlıklı yapar, evet. Ve sana psikolojik olarak da yardımcı olursa, muazzam. Belki daha iyi hissedersin, daha güçlü, daha hızlı, sahada diğerleriyle daha iyi bir ilişki kurarsın. Futbol her şeyiyle birlikte ele alınması gereken bir konu. Sadece koşmak seni daha iyi yapacak diye bir şey yok.

Ama futbolda hızlı bir oyuncu, o kadar hızlı olmasaydı olacağından daha faydalıdır değil mi?

Eğer bunu nasıl kullanacağını biliyorsa! Bir de futbolda hız nedir? Burda oturup saatlerce buna yanıt arayabiliriz. Futbol içindeki insanların bahsettiği hız mefhumu aslında bireysel sporlardan alınmış bir kavram. Hız, bir geçiş konseptidir; futbolcudan bahsediyorsak şurdan şuraya gitme meselesi. O zaman Usain Bolt bir futbol fenomeni olabilir, madem hızlı koşuyor.

Peki ama bu söylediğiniz kasti bir argüman değil mi? Bolt’un futbol yeteneği yok, bu kesin. Ama futbol sahasında hızlı bir oyuncu yararlı olabilir. Sizin Almeria’dan eski oyuncunuz Albert Crusat’la Carles Puyol’u yan yana koyun ve onları bir topun peşinde koşturun mesela, Crusat oraya önce varacaktır…

Tabii ki, ama bakalım Crusat o top için doğru zamanda koşu yapmayı biliyor mu? Pastan önce de aksiyonlar olmuştur; böyle öncesi sonrası olmadan ikisi arasında izole bir yarış gerçekleştiremezsin. Crusat’ın ona Puyol karşısında avantaj sağlayacak nitelikleri var ama bu avantajı doğru kullanabilmesi için bu niteliğe sahip olduğunu ve bunu nasıl kullanacağını bilmesi lazımbir de Crusat’ın işini kolaylaştıracak arkadaşları olması lazım. Tek başına, o hiçbir şey. Hepimizin birilerine ihtiyacı var. Bolt örneğim saçma değil. Çünkü hızı bir kişinin bir yerden bir yere hareketindeki sürati olarak ele alırsak, hız tek başına değersizdir, varolamaz. Bir sürü taktiksel parametre var, oyun konseptleri var ve bunların hepsi sahip olduğun niteliklerin farkında olmana, diğer oyuncularla ve rakiple girdiğin etkileşimin o anki şartlarına bağlıdır.

Buna Cristiano Ronaldo’yu örnek verebilir miyiz? Çok hızlı ama bazen rakip takımlar onun bu hızını kullanmasını, onu belli başlı bazı oyuncularla bire bir kalmasının engelleyebiliyor ya da koşu yapacağı alanı kapatabiliyorlar…

…Ah, ama burda bir neden-sonuç ilişkisi kuruyorsun. Bunlar yok yalnız, öyleyse…

Neden yok? Olmaları gerekmez mi? En azından kavramsal düzeyde, metedoloji bakımından? Elbette tüm futbol takımları başka bir şeyi tetiklemek için en azından bir şeyler yapmayı deniyor. Bunu yapıyorsanız (neden), gol atmaya çalışıyorsunuz (sonuç) demektir. Herhangi bir neden-sonuç ilişkisininin varlığını inkar etmek sonuç olarak “Boşver, hepsi şans zaten” demek anlamına gelmiyor mu? Elbette işiniz bazı durumlara yol açıyordur?

Evet evet. Ben şöyle bir takım yaratmaya çalışıyorum, kendini yapılandıran…

Bu bir sebep-sonuç ilişkisi değil mi?

Hayır. Eğer burdan oraya gidersem, burdan oraya gitmeyi düşünüyorum demektir. Ancak hepsi bu. Yolda karşıma ne çıkacağını bilmiyorum. Sebep ve sonuç, kendi içlerinde, mevcut değiller. Bunu bu şekilde izole edemeyiz; insanlar kaos teorisini yadsıyorlar ama bu teori doğru. Bir nedenin önceki başka bir şeylerin sonucu olmadığını ve o sonucun başka bir şeyin nedeni olmayacağını nerden bilebiliriz? Sayısız bunca değişken düşünüldüğünde. Bence sorun, insanların sürekli bir şeyleri ayırıp ayrı ayrı incelemek istemesinde. Sanki bunları parçalayıp birbirinden ayırmazsak göremezmişiz gibi. Bazı şeyleri bazen farkında bile olmadan bilinçsizce yaparız. “Ben bunu bu yüzden mi yapıyorum?” diye düşünmezsin bir şeyleri yaparken. Hayır.

Peki, salt futbol bakımından…

Hiçbir şey, salt tek başına bir şey değidir… hiçbir şey.

Pekala, oyunun oynanması bakımından konuşacak olursak, sahada topla neler oluyor? Neyi amaçlıyorsunuz? Oldukça spesifik bir futbol stilini savunuyorsunuz…

Galibiyete en yakın futbol stilini savunuyorum…

Elbette, ama topun etrafında kurulmuş bir oyun stiliyle kazanmayı deniyorsunuz…

Tabii ki. Top olmadan bir oyundan bahsedemeyiz. Bu ayak topu.

Ama topa bu kadar da önem atfetmeyen bir sürü antrenör de var…

Evet, onlar da takımlarını topun etrafında inşa ederler. Biz hepimiz her şeyi topa göre yapmalıyız; top esas aktördür. Top olmadan hiçbir şeyden bahsedemeyiz; top bu işin esasıdır, futbolun kaynağıdır. Topsuz hiçbir şeyin bir manası yok. Ancak, evet, takımlarını topa sahip olma üzerine kurmayan antrenörler de var.

“Pragmatik” olarak adlandırılıyorlar. Ancak siz de yaklaşımınızın pragmatik olduğunu ileri sürüyorsunuz. Üstelik kazanmak da istiyorsunuz…

Üstelik? Hayır. Her şeyden önce. Bir antrenörün yaptığı, maçı kazanmak için ihtimali artırabildiği kadar artırmaya çalışmaktır. Bir antrenör olarak tüm yapabileceğiniz, elinizden geldiği kadar şansın rolünü elimine etmektir. Futbolda rakip takım sahasına geçmeden yine de 1-0 kazanılabileceğini defalarca gördük. Arsenal, Barcelona ile 1-1 berabereydi ve kaleyi bulan tek bir şutları bile yoktu. Çok fazla değişkenin bulunduğu bir alanda çalışıyoruz ve şans da bunlardan biri. Ölümüne savunma yapıp topu her aldığınızda ileri vurabilirsiniz. Fakat hepsi bu. Bunda oyun namına bir şey yok.

Şut bile çekmeden 1-0 kazanmaktan bahsediyorsunuz: adaletsiz mi geliyor?

Adalet benim özel hayatımda da kullanmakta zorlandığım bir kelime. Hak edilmemiş, evet. Olmayacak şey, fazlasıyla ihtimal dışı – ama olabiliyor. Adalet fazla güçlü bir kelime.

Ama futbolun sonuçların ötesinde başka bir şey olması gerekmez mi? Ahlaki bir birleşeni var mı sizce?

Her insan faaliyetinin ahlaki bir birleşeni vardır. Önemli olanın sonuç olduğunu söylediğimizde yalan söylüyoruz. O antrenörler kazanamadıkları zaman bahaneler öne sürmek için sonucun önemli olduğunu söylüyorlar. Mızıkçıları kolayca tanıyabilirsiniz. Sonuçları satan, duman satanlar. [İspanyolcada hayali bir ürünü ‘satmak’, işin esasına girmeden gerçeği gizlemek, şarlatanlık yapmak  manasında kullanılır].

Peki böyle antrenörler olması sizi rahatsız ediyor mu?

Hayır. Beni rahatsız eden şey, yanlışlığı satmaları. Medyadaki yandaşları beni rahatsız ediyor. Onların yaptığı gazetecilik her şeyi başarı ile analiz ediyor – ve sonucunda hep bu gazetecilik anlayışı kazanıyor. Bu analizler, raporlar başarı kıstasıyla düzenleniyor, yani hep onlar haklı. Sonuç süzgecinden geçirmeden kimse sürece bakmıyor. Bu fazlasıyla fırsatçı. Ve yanlış.

Fakat bu normal değil mi? Sonuca bakıyorsun ve sonra bunu açıklamaya çalışıyorsun…

Hastalıklı bir toplumda normal gelir. Şu an yaptığınız şeyi ele alalım, ki bu çok daha sağlıklı: şu an yapmaktan olduğun şeye satacağın kopya sayısından daha çok değer veriyorsun. Seni harekete geçiren şey nihai sonuç değil, bu. Şu an beni dinlemelisin, yazıya dökmelisin, dikkatini vermelisin, yaz-çiz, düzenle… bu yolda çok fazla şey yapacaksın, yolculuk, hedef bu. Oyuncularıma yansıtmak istediğim şeylerden biri bu: hedef, asıl amaç; yolun bizatihi kendisi.

Ama amacınızın kazanmak olduğunu söylediniz…

Hedef o yolculuk, o süreç; iş önemli. Bir yarışta en yakın rakibinizden kilometrelerce öndesiniz, ama sonra bitiş çizgisine birkaç metre kalmışken, düşüyorsunuz. Ve? Bu yarışı silip atacak mısın? Harika koşuyordun. Dahası bu mesele “kazandın, iyi; kaybettin, kötü”den çok daha karmaşık. 18.yüzyılda, bilim adamları ‘şeylerin karmaşıklığı’ ile karşı karşıya kaldılar ve önceden basitleştirdikleri ve böyle anladıkları çoğu şeyin öyle olmadığını anladılar. Şeylerin kanıtlanması imkansızdı ve bunu fark eden bilim adamları intihar etmeye başladılar. Ufacık bir değişiklik her şeyi değiştirebilir: kaos teorisi. Her detayı bilmen mümkün değil ya da kesin bir yanıta ulaşman. Hiçbir şey tamamiyle algılanamaz. Gerçek şu ki, hiçbir şey gerçek değil.

Ama amaç kazanmaksa…

Evet. Ama seni zenginleştiren şey oyunun kendisi, sonuç değil. Sonuç dediğiniz, bir veri parçası. Doğum oranları yükseliyor. Bu zenginleşme mi? Hayır. Ama buna yol açan süreç? İşte bu zenginleşmedir. Bir şeyi ifa etmek, hayata geçirmek; süreçten gelir. Sonuçları değil oyunu tartışırsınız. Sonuçlar tartışılabilir değildir, evet. Pazartesi sabahı bir euro karşılığında içinde sadece ama sadece sonuçların peşisıra sonuç listelendiği bir gazete alır mısın? Bir futbol stadına maçın son dakikasında skorborda bir bakıp çıkmak için gider misiniz? 90 dakikayı izlersiniz, işte bu süreçtir.

Öyleyse süreci sonuçlara dayanarak değerlendirerek hata mı yapıyoruz? Sürecin amaçladığı şeyin, sonuca ulaşmak olmasına rağmen?

Süreci sonuçla doğrulayamazsın. İnsanevladı iyi bitmiş şeyleri kutsamak eğiliminde, iyi yapılmış olan şeyleri değil. Biz sonucu kötü çıkmış şeylere saldırıyoruz, kötü yapılmış şeylere değil. Medya yapıyor bunu. Bu metodolojik sürecin doğrusu olup olmadığını yargılayacak yetkinliği haiz olup olmadığının ötesinde, bu gerekçelerle yargılama yapmanın kendisi zaten hatalı. Aynı süreç çok farklı sonuçlar doğurabilir; ve bazen aynı sonuçlar tamamiyle farklı ‘sebep’lerden kaynaklanabilir. Bayern Münih 90.dakikanın içindeyken müthiş bir takımdı [1999], Şampiyonlar Ligi’ni kazanıyorlardı ve 92.dakikada, çöp. Nasıl olur bu? O an, onunla birlikte gelen her şeyin muazzam boyutuyla birlikte düşünüldüğünde, bu bahsettiğim noktaya ve daha da ötesine ışık tutuyor. Dördüncü hakemin sağına eğilip sahaya koşup kutlama yapmak için sabırsızlanan Bayern oyuncularını nasıl tuttuğunu hatırlıyorum… ve bir an sonra, bu kez soluna eğilip sahaya koşup kutlama yapmaya hazır United’lı oyuncuları tutmaya çalışıyordu. Tüm bunlar bir dakikada oldu. Olay vuku bulduktan sonra herkes zaten önceden biliyordur. Ben onlara geçmişin peygamberleri diyorum. Ancak halen yanılgı içindeler. Çünkü süreci, sadece sonuçta ne çıktığına bakarak ve bunun da üstünde kendi isteklerini empoze etmeye devam ederek değerlendiriyorlar.

Oyunun çehresi değişiyor mu sizce?

Evet, garnitürler bifteği yiyor. Artık daha fazla baskı var ve dahası çevresel olması gereken etmenler merkezileşti. Toplumlar bir değişim sürecinde ve bu her şeyde kendini hissettiriyor. Her geçen gün, insanlar kendi hayatları üzerine daha az zaman harcıyor ve diğer insanların hayatlarıyla vakit geçiriyor. Çünkü kendi hayatları korkutucu. Yeni teknolojiler, bugüne kadar hiç olmadığı kadar, kendini kandırmaya fırsat tanıyor.

Futbol hazırlığınızın ayrıntılarına geçelim. 90’ların başında Cultural Leonesa’da 4-2-3-1’i icat ettiniz. Neden?

Geçmişe şimdiki halimizden bakıyoruz, bu yüzden o zaman ne başarmanın peşinde olduğumu şuan doğru düzgün aktarabileceğimden emin değilim. O zamanlar ne hissettiğimi hatırlayamıyorum ama topun önündeki futbolcuların daha mobilize olmalarını ve rakip kaleye daha yakın olmalarını istiyordum. Dört hücumcu ama rasyonel bir saha parselizasyonu içinde. Topu rakip kaleye yakın kazanabilmek için çok çok önde basardık. Temelde üç merkez orta saha istedim. Elimdeki oyuncuların niteliğinden etkilenerek, iyi işleyecek alansal bir dağılım yaratmaya çalışıyordum. Ve senelerce, herkes kullandı. İyi bir sistem olduğunu düşünüyorum. Ancak şundan da eminim, eğer sistemlere verilmiş isimlerden ziyade oyuncuların davranışlarına bakarsanız, bundan yüzyıl önce birilerinin gayet başarılı biçimde denediği üzere –  belki biraz daha derinlemesine giren bir forvet ve pres uygulayan kanatlarla 4-4-2 de böyle gözükür. Asıl mesele şu aslında, etiketlemek ve şeylere isimler uydurmakla ilgili bir takıntı var. Madem öyle ben de buna 4-2-3-1 adını verdim.

Alansal dağılımdan bahsettiniz. Sizin için anahtar, saha yerleşimi, değil mi? Bu ne gibi şeyler gerektiriyor?

Evet. Ben pozisyon oyununa inanırım çünkü takım içindeki oyuncuların bağlarını kuvvetlendirir. Bu da örneğin; rakip oyuncuların pozisyonunu sabitleme, sahanın önemli bölgelerinde sayısal üstünlük elde etmeye çalışmak, bazı alanları dışarda bırakmak, belli başlı hareketleri kolaylaştırmak, çözüm yaratmak ve alternatifler bulmak için kendinizi donatmanızı sağlar. Ben topu ayağına aldığında oyunu genişletmek için en uzaktaki oyuncalara pas kanalları arayan oyuncuları severim.

Bu işin bireyselleştiğini düşünüyor musunuz? “Tamam, şimdi benim sol açığım onların bekiyle bire bir” gibi düşünür müsünüz?

Hayır. Böyle bir imaj yaratan her kimse yalan söylüyordur. Çünkü oyunu bireysel olarak oynamıyorsun, bir takım bağlamı içinde oynuyorsunuz. Bir oyuncu kendi bölgesinde topu alır ve rakip oyuncuların hepsi çime oturur ve top ayağındaki oyuncu, tüm sahayı geçip dribling üzerinden golü atarsa… bu bile hala bireysel bir hareket değil çünkü eğer onlar oturmazsa, o oyuncu bunu yapamaz. Diğer adamın yaptığı bir hareket size bunu ya da başkasını yapmaya iter. İnsanlar bireysel hareketler üzerinden konuşuyor ama bireysel aksiyon diye bir şey yoktur.

Peki ama takım belirli oyuncuların sahanın bazı yerlerindeki belli başlı bireysel özelliklerini ön plana çıkarmak için çalışmıyor mu? Barcelona, örnekse, Guardiola’nın belirlediği rakibin zayıf kanadında Messi’ye boş alan açmak için çalışmıyor mu?

Bir noktaya kadar, evet. Ama insan davranışlarını tahmin edemezsiniz. Messi topu belli yerlerde aldığında onun tehlikeli olduğunu görebilirsin. Ama bu topu kimden ve ne zaman aldığı, hareketine karşılık alıp alamadığı, o anki duygu durumu ve rakibin nasıl reaksiyon vereceğine bağlıdır. Benim üzerinde çalıştığım pozisyon-alan oyunu, tabii ki belli başlı pozisyonlar yaratmanıza imkan sağlar. Ama bundan daha önemlisi, takımınıza avantaj sağlayacak çözümleri nerde arayacağını bilebilmek, anlayabilmek, adapte olabilmek, ne olup bittiğini yorumlayabilmek, bu kültüre ve zekaya sahip olmanızdır.

Öyleyse en iyi oyuncular, en zeki olanlar.

Hayatın her alanında, zeka olmadan hiçbir şeyin değeri yok. Kuvvetten ziyade kuvveti nereye uyguladığınız daha önemlidir. Bir kayayı levyeyle kaldırmayı deniyorsan kaldırıp kaldıramayacağın baskıyı nereye uyguladığın, nasıl kaldırdığınla alakalıdır, ne kadar güçlü olduğunla değil. Eğer levyeyi nereye sokman gerektiğini bilmiyorsan ne kadar güçlü olduğunun önemi yok.

Ancak siz de belli başlı aksiyonlar inşa ediyorsunuz?

Her zaman. Ancak  aksiyonlardan ziyade, tekrar yoluyla bir bağıl ilişkiler dizisi kurarsınız. Oyuncuların opsiyonlarının farkında olduğu durumlar yaratmaya çalışırsınız. Hareket her zaman aynı değildir, rakip değişir. Bu yüzden kültürden bahsediyorum; oyunu kavramanız gerekiyor. Bir sıvı için derin, yuvarlak bir kase kullanışlıdır ve bir kaşık da. Biftek için, düz bir tabağa, keskin bir bıçak ve de çatala ihtiyacınız var. Öncelikle önüne konan şeyin bir çorba mı biftek mi olduğunu bilmen lazım. Hangi aletleri kullancağınıza karar vermeden önce karşı karşıya olduğunuz şeyi tanımalısınız. Bir örnek daha veriyim: İnsanlar harita ve arazinin kendisini karıştırıyor. Eve varmak için nerden gitmem gerektiğini biliyorum; hatta yardımı olur diye bir navigasyon cihazım da var. Ama sonuçta bu o arazinin bir haritası, o arazi değil. Bana orda bir yol çalışması olup olmadığını ya da önümde bir köpek bitivereceğini söylemiyor. İşte kültür derken kastettiğim bu: nasıl reaksiyon vereceğinizi, ne zaman frene asılacağınız, ne zaman direksiyonu kıracağınızı bilmelisiniz. Harita size nereye gitmekte olduğunuzu, geçeceğiniz güzergahı gösterir, ama oraya nasıl varacağınızı söylemez. O köpeğe çarparsanız ve yolun dışına hızla sürüklenirseniz, sonra? Gerçekten manası olan şey uzay-zaman ilişkisidir.

Peki bunun için oyuncularınızı nasıl hazırlarsınız?

Ne yaptığımızı anlıyor olacağımız ortak bir dil inşa ederiz aramızda. Çoğu zaman bu bilinçli bir şey bile değildir; bu bir anlayış. Ancak bir antrenör olmadan bile bu gerçekleşebilir; çocukken belli durumlar karşısında kaldığınızda bazı şeyleri yapma konusunda daha iyi olduğunuzu öğrenirsiniz. Bunlar birbirini etkiler, her zaman. Ve çoğu zaman yavaşça, farkında olmadan. Gerçek değişim algılanamayandır. 10 yıl önceki bir fotoğrafınıza bakın – farklısınız, ama bu değişimin gerçekleşiyor olduğunun farkında değildiniz. Siz şuan, bu röportaja başladığımız anki insandan farklısınız, ama bunu bilmiyorsunuz ve bu değişimi tanımlayamıyorsunuz. Ben aslında oyuncuların önceden yaptıkları bir planları olmadığından emin olmaya çalışıyorum, çünkü o zaman yaptığınızın hiçbir değeri de olmayabilir. Eğer değişkenleri ayrıştırarak bunlardan birinin üstüne yoğunlaşarak onu azami hale getirirseniz, diğerini asgariye indirirsiniz. Eğer bir oyuncunun hızlı olmasına odaklanırsanız onun başka ve eşit önemde bir yeteneğini bilinçaltında zayıflatabilirsiniz. Bunun iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum. Çünkü insan hiyerarşik bir piramit olarak değil, nitelikleriyle örülü hayranlık duyulası bir ağ olarak tasarlanmıştır.

Yani siz belli bir amaç doğrultusuna çalışmaz mısınız asla? Mesela bir oyuncuyu kuvvetlendirmek için?

İhtiyacı varsa, evet. Fakat bu çalışmayı daha güçlü olmak için değil, daha iyi oynaması için yaptığını anladığı sürece. Futbol için kuvvet kazanması gerekiyor, kuvvetli olmak için değil. Bench press’te ne kadar bastığına niye bakayım? Oynayabiliyorsa umrumda. İnsanları daha iyi oynamaları için eğitiyorum, daha fazla koşsunlar diye değil. İşte bu, bir futbol hazırlığıdır.

Öyleyse sizin stilinizi adlandıralım. Şu an en beğendiğiniz oyuncular kim?

Takım yararına çözümler üretebilen, maçı en iyi şekilde okuyabilenler benim için en iyi oyunculardır. Benim için Andres Iniesta gibisi yok. Pas alır, verir, oyunu okur, takımın ihtiyaçlarını değerlendirir ve sürekli koşullara uyum sağlar. Bir kaleci de olabilirdi, oyun farkındalığı bu noktada. Messi en iyi oyunları sergiliyor dünya üzerinde ama Iniesta, en iyi oyuncu. İşte kelime burda: oyun, bir sürü insanın dahil olduğu; senin yeteneğinin onlara da bağlı olduğu bir oyun. Meselenin özünde kavrayış var. Hızlı, güçlü ve saire olmak ya da başka meziyetler değil. Anlamak.

Anlayabilen ama oynayamayan oyuncu vakaları da olmalı? Pası gören ama yeterli teknik kapasitesi olmadığı için o pası veremeyen oyuncular. Buna ne diyebiliriz?

Bu öyle çok da olan bir şey değil. Yetenekler birlikte yürür. Doğal olarak, verebileceğiniz pası görürsünüz; eğer yapamayacaksanız bir süre sonra onu görmeye son verirsiniz. Siz buna teknik kapasite diyorsunuz ama aslında demek istediğiniz ‘iyi icra etmek’. Eğer bir oyuncu pası kötü icra ederse o pası görme yeteneği kendini kapatır; yapısı değişir. Ronald Koeman bir takım arkadaşını, Hristo Stoickhov’u, 70 metre öteden görebilirdi. Neden onu gördüğünü düşünüyorsun? Sadece, onu görebildiği için ya da topu nereye gönderebileceğini bildiği için? Bir topu 75 metre öteye gönderebileceğini bilen bir adam bakış açısını buna göre genişletir. Bu bilinçli bile değildir. Bu ancak, ne olduğunuzun, kim olmakta olduğunuzun, gelişiminizin ve içinde olduğunuz bağlamın bir ürünüdür. Düşündüğünüzün farkında değilken bile düşünürsünüz. Hugo Sanchez pozisyonları bir dokunuşla gole çevirmeyi başarırdı. İnsanlar onun “hiç düşünmeden” gol attığını söylerdi. Ama o bütün hayatını bu oyun hakkında düşünerek geçirdi! Bu doğal bir şeydi, onun doğasının bir parçasıydı. Söylediğim gibi, bu meziyetlerden bir liste değil. Siz eğer mükemmel bir ‘driblingçiyseniz’ ama ne zaman dribling yapmanız gerektiğini bilmiyorsanız, siz aslında mükemmel bir driblingçi değilsiniz. İnsanlar futbola Jack the Ripper gibi yaklaşıyorlar: hadi bunu parça parça yapıp ayıralım. Hayır. Biz farklı şeyleri bir potada eritme meziyetimizi kaybediyoruz. Ve fakat gerçek olan farklı şeyleri bir bütün olarak değerlendirebilmektir. ‘Modern’ antrenörler her şeyi ayrı ayrı ele alıyor ve sonra tekrar biraraya getiriyor, ama bu doğamıza aykırı. Bağlamımız olmadan biz, biz değiliz. Biz niteliklerden ibaret bir liste değiliz. Benim amacım, birarada olması gereken şeyleri ayırmamak, bölmemek; onları bağlamlarımdan kopuk bir hale getirmemek. Ki bu bahsettiğim dünyadaki en kadim yaklaşımlardan biri.

Sid Lowe tarafından yazıldı – Haziran 2011