“İnsanların beni hatırlamalarını istiyorum, yaptıklarımı değil.” Yeni belgeselinin fragmanında böyle diyor Rooney. “İnsanlar bana hala farklı bir gözle bakıyor. Ama beni yaptıklarımla değil ‘kim olduğumla’ değerlendirsinler.”
Rooney’nin hayatında hayranlık uyandıran muazzam başarılar; ama bir o kadar da unutulmasını istediği bazı kötü olaylar var. Eşiyle yaşadıkları, diğer kadınlar, alkol, kumar ve bunlara benzer diğer hatalar…
Bu yüzden insanların ‘onu’ hatırlamalarını istiyor. Ama Rooney yaptıklarını değil, onu hatırlamamızı istiyorsa hatalarını attığımız gibi başarılarını da denklemden çıkarmamız gerekiyor. Ve bunun için Rooney’nin henüz yalnızca Wayne olduğu günlere, kalbinin samimiyetle mavi olduğu dönemlere gitmemiz gerekiyor. Her şeyin daha çocuksu, daha ‘mavi’ ve tabii ki daha ‘tatlı’ olduğu günlere… İşte o zaman elimizde Wayne kalıyor…
Hep mi Mavi?
Croxteth, Liverpool. 24 Ekim 1993. Wayne’nin 8. yaş günündeyiz. Tüm Rooney ailesi Baba Wayne’in evinde toplanmışlar. Kardeşler, dayılar; kuzenler, amcalar, halalar… Sofrada pastalar, çörekler, kekler; çeşit çeşit jelibonlar ve Wayne’nin en sevdiğinden şekerlemeler var. Wayne’nin babaannesi yapmış. Wayne küçükken babaannesi evinin önündeki minibüsünde tatlılar ve şekerlemeler satarmış. Wayne de okulda olmadığı ve top oynamadığı zamanlarda onun yanına gider, tatlıları hem satmasına yardım eder hem de yermiş. Sattığı tatlılardan babaannesi ona da pay verir, Wayne o parayla da yine gider kendine şekerleme alırmış.
Rooney familyası zengin değil, hatta mali durumları kötü bile diyebiliriz. Ama mümkün olduğunca bunu çocuklara yansıtmamışlar; tabii geniş aile olmanın ve maaile aynı semtte yaşamanın da faydası var. Harry Potter’daki Weasley ailesi gibi bir aile – gözünüzde daha iyi canlanması adına. Aynı semtte yaşayan, sürekli bir arada olan; yaz tatillerine 40 kişi tekmili birden otobüs tutarak giden bir klan. Rooney o günlere dair şöyle diyor; “Fakirdik ama farkında değildim; yeterince ağlarsam şeker de top da alıyorlardı.”
Babası aslında oğlunun ismini Adrian koymak istemiş. Döneminin Everton efsanesi Adrian Heath’in Adrian’ı. Ama eşinin katı aile geleneklerine karşı koyamayıp – bir ailenin ilk erkek çocuğuna babasının adı verilir – babası olarak ilk oğluna kendi ismini vermiş. Böylece evde bir Büyük Wayne (Baba Wayne) bir de Küçük Wayne dolaşmaya başlamış. Bu arada Baba Wayne amacından vazgeçmemiş ve ikinci oğluna bir başka Everton forveti “Graeme” ismini koyarak emelini gerçekleştirmiş.
Tahmin edebileceğiniz üzere Baba Wayne tam bir fanatik Everton sevdalısı… Everton’ın evinde oynadığı hiçbir maçı kaçırmayan, hayatını Goodison Park takvimine göre kuran ve oğlunu henüz altı aylıkken ilk maçına götüren fanatik bir adam. 90 dakika boyunca 6 aylık çocuğu ne yaptığı muamma, ama gerçekten fotoğrafları var. Çok zorlanmamış olacak ki o günden sonra da oğlunu maçlara götürmeye devam etmiş.
Çok mu çok maviyiz?
Wayne’nin odası da aynı hikaye. Her yer masmavi, tüm oda! Duvarlar mavi, yatağın başucundaki gece lambası mavi; duvardaki asılı flamalar, Everton forveti Duncan Ferguson’ın posteri, yine camda asılı maç flamaları. İçerisi Everton kulüp müzesi gibi… Ve camın kenarında üzerinde Everton yazılı sarı bir plaka. Babasının Wayne’e ilk yaş günü hediyesi. Aslında kendisine almış ama Wayne’e hediye etmiş. Zaten Wayne’e hediye diye aldığı sarı Everton plakasını Wayne evden ayrılır ayrılmaz kendi odasına almış, sonra da yeni evlerine taşımış..
Evin genelinin de Küçük Wayne’nin odasından bir farkı yok gerçi. Çünkü aslında sadece Baba Wayne değil tüm Rooney sülalesi ezelden beridir fanatik Everton destekçisi. Everton’ın Liverpool’la maçı olduğu haftalar evlerinin önünü mavi-beyaz bayraklarla, flamalarla süslüyorlar. Wayne’nin annesinin ailesinden kalma bir alışkanlık olduğunu söylüyor. Evet sadece baba değil, anne tarafı da fanatik Everton taraftarı.
Küçük Wayne sabah okula gitmeden top oynuyor, okulda teneffüslerde top oynuyor; okuldan geliyor sokakta kuzenleri, kardeşleri ve arkadaşlarıyla maç yapıyor; kimse olmasa kendi kendine duvara çizdiği kalede şut çalışması yapıyor. Evin önünde, yolda, mahallede nerede olursa orda. Hava kararına kadar dışarda, hatta sokak lambaları yandığında hala… “O hafta atılan güzel bir gol varsa tüm hafta sonumu o golden atmaya çalışarak geçirirdim,” diyor. “Aynı çalım, aynı şut, aynı ayak hareketi; aynısını yapana kadar bırakmazdım”. Michael Owen’ın 98 Dünya Kupası’nda Arjantin’e attığı golü taklit edebilmek için akademideki antrenörleri ve takım arkadaşlarına fenalık gelene kadar o golü atmaya çalışmış mesela.
Bir akşam bina görevlisi mahalledeki sahanın ışıklarını kapatacakken Wayne’nin hala orada olduğunu görmüş ve o akşamlık ışıkları kapatmamış. “O akşam sahada ışıklar altında topla gölgemi görürken kendimi Avrupa’daki bir maçta sahadaymışım gibi; sanki televizyona çıkmış bir futbolcu gibi hissettim,” diye anlatıyor. Büyüdüğünde çıktığı ilk Şampiyonlar Ligi maçında Fenerbahçe’ye karşı hat-trick yaparken o geceyi anmıştır belki, kim bilir…
Gece toptan eve döndüğünde gündüzlerin kalabalığına, sokakta olmaya ve evde her odadan birilerinin çıkmasına, her daim sese ve gürültüye alışmış Wayne geceleri ses olmadan uyuyamadığı için ışığı açık bırakıp televizyonu açarak uyurmuş. Hatta elektrik süpürgesinin sesinin de iyi geldiğini keşfedince bazı geceler uyuyamadığında aşağıdan elektrik süpürgesini çıkarıp çalıştırmaya başlamış. Sonra gelip annesi süpürgeyi kapatıp aşağı indiriyormuş. Bugün bu alışkanlığından vazgeçti mi bilinmez ama baba evinden ayrıldıktan sonra da saç kurutma makineleriyle aynı alışkanlığı devam ettirmiş. Tabii otellerde, kamplarda gelip makineyi kapatacak bir annesi olmadığı için çok saç kurutma makinesi yakmış. Yangın çıkarmamış olması mucize…
Karanlık sokakların kötü çocukları
Rooney’lerin evi öyle olmayabilir ama Croxteth sokakları karanlık ve tekinsiz. Girişte ne kadar Weasley’lere atıf yapıp şekerler, oyunlar, eğlenceler ve birlikte yaşayan kalabalık ailelerden bahsettiysem de Wayne’nin doğup büyüdüğü Croxteth o kadar “eğlenceli” bir yer değil. Charlie’nin çikolata fabrikası gibi bir giriş olmuş olabilir ama evden sokağa çıktığımız anda yoksul ve suç mahallinden hallice bir mahallenin içindeyiz. 90’lar İngilteresi’ndeyiz ama bu muhit sosyoekonomik olarak biraz daha Brezilyavari.
Wayne, babası ve amcaları sayesinde, ileride iyi bir futbolcu olmak istiyorsa ve Everton’da oynayıp ailesini onurlandırmak istiyorsa Croxteth’in karanlık sokaklarından uzak kalması gerektiğini biliyordu; ama uzak durmak kendini onlardan tamamen soyutlamak demek değil. Crocky’de özellikle ergenlikte insanın kafasını karıştırıp aklını dağıtacak çok fazla yol var; alkol, uyuşturucu, suçla dolu bir hayat ya da bir şekilde suça bulaşılmış bir an. Rooney de büyüdüğü yerin bir anlık hatalarla başka yollara sapabileceğini; çevresinden uyuşturucuya kapılan, mafyaya dahil olan ya da alkolik olan bağımlı arkadaşları olduğunu söylüyor. Hatta bir kez kendisi de bir sigara denemiş ama tadını beğenmemiş. Belki de o an Wayne’in futbol yolculuğundaki kırılma anlarından biridir. Rooney futbolcu olduktan sonra ortaya çıkan bazı günahları olsa da yasadışı işler onlardan biri değil.
Boks
Amcasının işlettiği spor kulübünde emin ellerde boks öğreniyor olmasının da buna katkısı olmuştur. Rooney’nin gençken Everton döneminde ve United’daki ilk yıllarında ciddi bir öfke problemi olduğunu biliyoruz. Disiplin altına alınmaktan hiç hoşlanmadığını, David Moyes ve Alex Ferguson dahil otorite figürleriyle ciddi bir sorunu olduğunu da. İlerleyen yıllarda bu durum değişti ama Rooney kariyerinin zirve dönemlerinde hep öfkeli bir çocuktu. Hatta belki formunu ve imkansız gollerini bu öfkeye borçluydu.
Wayne Rooney’nin geçmişinde Zlatan’ınki gibi suç hikayeleri yok – ileride karıştığı bazı nahoş olayları saymazsak tabii – ama Zlatan’la paylaştıkları bir nokta var; bir çocuğu bir semtten çekip çıkarmak o semti o çocuğun içinden çıkarmıyor. Evet, Croxteth sokakları kötü ve karanlıkama Wayne’nin dünyası burası.
Wayne’nin futbol kadar sevdiği bir spor daha var; boks. Boksa babadan kalma bir yatkınlığı var. Onun deyimiyle “Bu, Rooney ailesinin damarlarında akan kanda var.” Wayne’nin daha küçük yaşta büyük bir adamı andıran üst vücut yapısı, bu mirastan mütevellit. İleride United’da gym’e çok girmemesi ve ağırlık çalışmaması da bundan. Genetik bir gücü kuvveti var; amcası ve babası gençliklerinde boks yapmış ve turnuvalar kazanmış insanlar.
Wayne küçükken babası ve amcasıyla televizyonda Mike Tyson’ın maçlarını izlermiş. Everton maçlarını izlerken de favorisi Duncan Ferguson’mış. Çünkü Wayne onu Mike Tyson’a benzetirmiş. Sürati, öfkesi; sahada hiçbir zaman pes etmemesi, hele de işler ters giderken.
Wayne’nin onu Tyson’a benzetmesi boşuna değil; idolü Duncan Ferguson bir kavgaya karıştıktan sonra hapse girmiş. Küçük Wayne bunu öğrendiğinde ona mektup yazmış. Hem de iki kez. Hapiste olmaması gerektiğini, o ve arkadaşlarının onun yeniden Everton’da oynayacağı günleri beklediğini söylemiş. Ve Duncan Ferguson bu mektuplardan birine hakikaten cevap yazmış. Rooney çok sevinmiş, tabii sonradan kim olduğunu bilmeden hayran mektubuna yazılmış bir yanıt olduğunun farkına varmış ama mektubuna yanıt almak onu mutlu etmeye etmiş.
Excellent!
Wayne’nin okulunun düzgün ve düzenli bir takımı olmadığı için Wayne de o bölgede yaygın olan pub’ların çocuk takımlarında maç yapmaya başlamış. Wayne 8. yaşgününden sonra babasının arkadaşlarıyla takıldığı pub’ın küçükler takımında oynamaya başlar. Rooney’nin anlattığına göre o zamanlar her pub’ın kendi küçükler takımı olurmuş. Wayne de bu takımlardan birinde oynarken Liverpool ve Everton scout’larının radarına takılmış ve bu maçlardan birinden sonra bir Liverpool gözlemcisi Wayne’nin babasının yanına gelip Wayne’i seçmelere çağırmış.
Wayne zaten her yerde ama her yerde futbol oynuyordu ve bunu altyapıda devam ettirmemesi için hiçbir sebep yoktu. Artık bu ham yeteneğin işlenmesi ve “mükemmelleştirilmesi” gerekiyordu. Everton’dan teklif gelse iyi olurdu ama böyle bir fırsatı kaçırmak da olmazdı. Biliyorsunuz Croxteth karanlık ve tekinsiz bir yer ve futbol buradan kurtulmanın en kestirme yolu…
Doğum gününün ardından babasıyla Liverpool seçmelerine giderler. Liverpool antrenörleri Wayne’nin top tekniğinden, süratinden ve kuvvetinden bayağı etkilenmişler ama içlerine sinmeyen bir şey vardır. 9 yaşındaki bu yetenekli küçük çocuk, Liverpool seçmelerine Everton forması giyerek gelmiştir…
Rooney o zamanları anlatırken; “O Liverpool antrenörlerini sinir etmek için ya da düşünerek yaptığım bir şey değildi. Ben hep Everton formamı giyerdim.” Doğru. Daha ilk yaş gününde babası ona tam takım Everton forması giydirmiş, pastanın mumlarını öyle üfletmişti. O günden beri Wayne üzerinden mavi formasını hiç eksik etmemişti. Wayne’nin üzerinde hep mavi Everton forması vardı; sokağa çıkarken, akşam yemeğine inerken, dişlerini fırçalarken, yatağa giderken…
Yıllar sonra Manchester’dan Everton’a döndüğünde yaptığı samimi itirafa bu yüzden inanırız; United’da oynarken de evde çocuklarıyla Everton pijamalarıyla uyuduğundan şüphe etmeyiz…
Merseyside’ın kırmızı yakasındaki antrenörler forma olayını Wayne’nin çocukluğuna vermiş olacak ki onu ikinci seçmelere davet ederler. Ancak bu sırada Everton kulübünde çalışan bir antrenör, Wayne’nin Liverpool seçmelerine gittiğini öğrenir öğrenmez babasını arayıp hemen Everton seçmelerine davet eder.
Kaderin cilvesi; Everton’ın seçmeleri, Liverpool’un ikinci seçmeleri ile aynı gün aynı saatlerdedir. Rooney ailesi tabii ki Everton tesislerine gitmeyi tercih eder. “Bir tarafta Everton varsa öbür tarafta başka bir seçenek kalmaz.”
Seçmelerin ardından daha hemen o akşam Wayne 9 yaşında Everton’ın altyapısına kaydedilir. O artık “Center of Excellence” (Mükemmeliyet Akademisi) olarak adlandırılan Everton altyapısının gayriresmi bir üyesidir.
Seçilmiş çocuk
Birkaç gün sonra işi resmiyete dökmek adına – ismi Center of Excellence olan bir yerden bahsediyoruz – Rooney’lerin evine bir mektup gelir. Küçük Wayne’nin 1995/96 sezonunda Center of Excellence’a katılmasını ve resmen Everton’a kaydolmasını teklif eden bir mektup. “Bizimle birlikte olacağınız ve Center of Excellence bünyesindeki özel oyuncu grubunun bir parçası olacağınız için ne kadar mutlu olduğumuzu belirtmek ister; sizin de buradaki arkadaşlarınıza ve sizden sonra gelenlere mükemmel bir örnek teşkil etmenizin ve bunu sürdürmenizin zaruriyetini ifade ederiz. Hoş geldiniz.”
Wayne’nin hayalleri gerçek olmuştu ve bundan sonra artık onu hayallerinin ötesi bekliyordur. Mükemmeliyet Akademisi’ne adım atar atmaz herkes ondaki cevheri fark eder ve onu izlemeye başlar. 9 yaşında olmasına rağmen ilk girdiği andan başlayarak hep kendinden büyük yaş gruplarıyla oynatılır. Antrenörleri ondaki teknik meziyeti, gücü ve saf yeteneği görmüştür; zaten görünüşü ve fiziği de hep olduğundan büyük gösteriyordur. Bazı antrenörlerin üst yaş gruplarıyla baş edebilecek fizik gücü olup olmadığından şüpheleri olsa da amcasının kulübünde boks yapan Wayne’nin kasları çok iyi durumdadır. Yaşıtları yerine büyük yaş gruplarıyla antrenmanlara katılmaktadır. O kadar ki 14 yaşına geldiğinde önce U-17 ardından U-19’da oynuyordu; 15’ine girdiğinde Everton rezerv takımıyla antrenman yapıyordu; üstelik herkesi kendine hayran bırakıyordu. 16 yaşında… Biliyorsunuz. Premier Lig’de Arsenal’a gol atıyordu…
Rooney
Altyapı sürecinde Everton’da zaten yabancılık çekmemiştir ama kardeşlerinin de akademiye dahil olması eminim onu daha da mutlu etmiştir. Everton delisi Rooney sülalesinin üç evladının da Everton Akademisi’ne girmesiyle Baba Wayne de misyonunu gerçekleştirmiştir. Artık ondan gururlusu yoktur. Üstelik çocuğu Everton Akademisi’nde olan aileler Goodison’daki maçlara bedava bilet alabilmektedir. Daha ne olsun…
Bir gün üç kardeş tesislerde birlikte otururken Duncan Ferguson (Rooney’in idolü, odasında posteri asılı olan ve hapiste Wayne’in mektubuna cevap yazıp mektup arkadaşı olan Duncan Ferguson) yanlarına gelir, üç kardeşi yan yana gören Ferguson – ki bu sık olan bir şey değil – onlarla fotoğraf çekilir. Tabii Wayne’i tanımıyordur ve mapus günlerinde mektuplaştıklarını hatırlamıyordur ama Wayne bu fotoğrafı hep sakladığı gibi ilerde A takıma çıkıp Duncan Ferguson’la oda arkadaşı olduklarında bunu anlatıp beraber gülmüşlerdir.
Bir küçük özgüven meselesi
Everton Akademisi’nde olmanın avantajlarından bir diğeri de, bedava biletlerin dışında, top toplayıcılıkta alt yapıdakilere sağlanan öncelik. Wayne de 10 ve 11 yaşlarında iki sezon boyunca Goodison Park’taki maçlarda top toplayıcılık yapmış. Maç öncesi aldıkları eğitimlerde top onların sorumluluğundaki alandan dışarı çıktığında hemen topu kapıp elleriyle yollaması tembihlenmesine rağmen Wayne maç esnasında ısrarla topu ayağıyla vururmuş. Rooney’nin biyografi kitabında anlattığına göre; evet ayağıyla atarmış ama o kadar isabetli atarmış ki top doğrudan tacı kullanacak oyuncunun eline ulaşırmış.
“Topu elimizle atmamız gerekiyor ama ben hep ayağımla verdim. Top yerden yuvarlanarak gelirken refleks olarak vurasım geliyor, eğilip elimle almayı düşünmüyorum ki. Hep ayağımla vurdum hep de laf ettiler ama o kadar düzgün ve hızlı vuruyordum ki bence bir şey diyemiyorlardı.”Bu doğru mudur ya da kaç maç bunu yapmasına izin verilmiştir bilinmez ama henüz ilk maçının son anlarında bu bilmişliği yüzünden kalecilerinden fırça yemişliği var.
1-0 geriye düştükleri maçta skoru eşitledikten sonra maçın son anlarında top auta çıkar, Wayne de beraberliğe oynadıkları düşüncesiyle ağır hareket eder ve fakat kaleci Neville Southall’ın küfürlü bağırışıyla kendine gelir ve hemen koşmaya başlar. Üstelik Neville’le tek kötü hatıraları bu değil…
Wayne’nin saha kenarından santraya terfi 10 yaşında kulübe dilekçe vererek “maskot olma talebinde bulunmasıyla olur. Birkaç hafta sonra eve gelen mektupta Liverpool maçına takımla birlikte sahaya çıkacağı ve rakip takım kaptanı ile Everton kaptanı Dave Watson’la birlikte santrada fotoğraf çekilebileceği bildirilir. Merseyside derbisinde, Anfield deplasmanında, bir Everton’lının hayallerini süsleyen maç gününde, kaptanla birlikte yürüyecek ve bonus olarak bir de ısınma esnasında kaleciye sembolik şut çekecektir.
Wayne takımla sahaya çıkar, kaptanlarla ve hakemlerle santra noktasında fotoğraf çekilir ve fotoğrafın ardından penaltı noktasına koşar, amaç Everton kalecisi Neville Southall’a (top toplayıcıyken küfür yediği Neville Southall) yavaşça topu yuvarlamaktır. Zaten 9-10 yaşında bir çocuğun yapabileceği de ancak o kadardır. Ama tüm hafta bu an için hazırlanan Wayne topa gelir ve ilk seferinde aşırtma bir vuruşla ağlara gönderir. İkincisindeyse topu diğere nişanlayıverir. Neville’ın memnuniyetsizliğini tahmin edersiniz. Rooney de kibar bir küfür yemiş olabileceğini tahmin ediyor. Ki birkaç yıl sonra emin olmuş.
96’daki o maçın görüntüleri 10 yıl sonra televizyonda yayınlanırken Sky Sports çalışanlarından biri derbi öncesinde sahadaki küçük çocuğun Wayne Rooney olduğunu fark etmiş olmalı ki Wayne’nin kaleciyi avladığı o anları da maç özetine dahil etmiş. Rastlantı eseri buna denk gelen Rooney de o an Neville’in “kibarca ne kadar sinirlendiğini” görmüş ve yıllar sonra küfür yediğinden emin olmuş.
Boksun futbolla ne alakası var?
Wayne ne kadar ele avuca sığmaz ve konuşkan olsa da büyük vukuatları olan bir çocuk değildi. Sahada küçükken de agresifleştiği olsa da öyle büyük kavgaları olmamış. Bizim tanıdığımız Rooney hele ilk yıllarında tüm sinirini toptan çıkaran, yapamazsa rakiple, hakemle hatta kendi antrenörüyle takışan ve futbol karakterini de bu agresifliğinden alan bir oyuncuydu. Kariyerinin son yıllarında artık daha sakin biri haline gelse de sahadaki bu saldırganlığının altında 14 yaşında boksu bırakmak zorunda kalması olabilir.
14 yaşına geldiğinde artık U-19 takımlarıyla oynarken dizinde ve sırtında uykusundan uyandıracak ağrılar olur. Diz ağrısı o yaşta gelişme çağındaki erkek çocuklarda normalse de sırt ağrısının boks antrenmanlarından kaynaklandığını düşünen kulüp fizyoterapistleri boksu bırakması gerektiğini söyleyince Wayne onların sözünü dinler. Zaten çektiği acı yüzünden ne dense yapacak durumdadır ve futbolla kıyaslandığından boksun o kadar da önemi kalmamıştır.
Rooney biyografi kitaplarından birinde sahada kavga etme alışkanlığının o sene başladığını ya da en azından arttığını ve ciddi manada fark edilebilir hale geldiğini söylüyor. Kim bilir belki Premier Lig döneminde boksa devam etse, daha sakin bir futbolcu olurdu; ama o zaman ne kadar Rooney olurdu tartışılır… Şimdiyse o kadar sakin bir antrenör ki eski takım arkadaşları bile şaşırıyor.
İmza
2001 yılının aralık ayında, Everton A takımının Goodison Park’ta oynadığı Derby County maçı sırasında Wayne ilk resmi imzasını atar ve Everton’la bir önsözleşme imzalar. Böylece artık düzenli olarak A takımla birlikte antrenmana çıkmaya ve daha fazla deplasmana gitmeye başlar. Başlarda kendini garip hissetse de kendine has o özgüveni sayesinde uyum sağlamakta zorluk çekmez ve kendini göstermeyi başarır. Tabii onun ismini sürekli duyan, ara sıra antrenmana gelen bu çocuğu tanıyan takım arkadaşları da ona yardımcı olurlar.
Önsözleşme imzaladığı sezonun sonunda (2001-02 sezonu) Rooney’nin yer aldığı gençlik takımı Federasyon’un Gençlik Turnuvası Finali’ne çıkmayı başarır. Rooney de artık kulüple yatıp kalkan taraftarın bildiği ve altyapıdan A takıma çıkışını beklediği o inanılmaz yetenektir. 2002’nin mayıs ayındaki final maçına tam 15.000 kişi gelir. Wayne Rooney ilk golü atar, Aston Villa karşısında takımını öne geçirir ve formasını çıkararak bir gece önce kuzeniyle hazırladıkları tişörtle tribünlere koşar: “Bir kere Mavi, Hep Mavi!”
Bu maç, A takımda görevi devralan yeni menajer David Moyes’un Rooney’i canlı olarak izlediği ilk maçtır. Görevi devraldığı Walter Smith ona bu genç çocuktan bahsetmiş; “Akademi’de inanılmaz bir çocuk var. Wayne. Çok şanslısın!” demiştir. Ama Moyes gerçekten ne kadar şanslı olduğunu bu maçta anlar. Everton genç takımı Aston Villa’ya kaybetse de Rooney belki de geleceğini kazanır. Maçın ardından soyunma odasına gelen David Moyes, Wayne’nin omzuna dokunup; “Önümüzdeki sene birlikteyiz” der. 16 yaşında artık A takımdadır…
Üç, iki, bir; kayıt!
Kulüp, genç yıldızlarının imza töreni için geniş çaplı bir basın toplantısı düzenler. Wayne hayatında ilk kez böyle bir ortama girecektir; içerisi gazeteciler, kameralar, kameramanlarla doludur; üzerindeyse alışık olmadığı bir takım elbise ve boynunda kravat asılıdır. Gergindir ama mutludur. Adımını atıp hınca hınç dolu odadan içeri girer… Gerisini biliyorsunuz; o andan itibaren artık her şey kameraların önünde, gazete sayfalarında ya da biyografi kitaplarına basılan anılarda. O andan sonra Wayne artık formasının arkasında yazdığı gibi, Rooney.
Wayne Rooney bugün 36 yaşında ve finansal darboğazda iflasın eşiğindeki Derby County’nin antrenörlüğünü yapıyor. Derby’ye oyuncu/antrenör olarak imza atan ve Cocu’nun görevden ayrılmasının ardından futbolu bıraktığını açıklayarak teknik adamlığa başlayan Rooney, halen futbolcuların arasında kendisini futbolcu gibi hissediyor ve imkan buldukça futbol oynamaya çalışıyor. Antrenmanlardan sonra ayak tenisi oynamak için basın toplantılarını yarım saat ileri alan Rooney, futbol oynarken hala Wayne. Tıpkı çocukken olduğu gibi…
Nihayetinde yedek kulübesinde cebinden şeker çıkarıp oğluyla afiyetle yiyen bir adam o…